Wednesday 19 October 2011

Bir Gün Gelecek…

İşte o gün, bir şehit haberi duyduğumuzda hayat donacak, kulaklarımızı bir uğultu kaplayacak.
İstanbul’da sadece martıların çığlıkları duyulacak belki.
Ama biz hiçbir şeyi duymayacağız, duymak istemeyeceğiz.
Olduğumuz yerde durup başımızı öne eğeceğiz; ve düşüneceğiz.
 
Televizyonlarda kırmızı bantlarla yazılan “son dakika” gelişmeleri hiç mi hiç umurumuzda olmayacak.
Ekrandaki spiker, gazeteci, yorumcu da tek bir kelime dahi edemeden birbirlerine boş boş bakacaklar.
Hükümet, siyasi parti veya ordu yetkililerine canlı bağlantılar olmayacak.
Çünkü onlar da artık söyleyecek bir şey kalmadığının farkında olacaklar. Onların da kulakları uğuldayacak.
Belki makam odalarına, belki iç dünyalarına kapatacaklar kendilerini ve düşünecekler.
Gazeteciler binlerce defa attıkları başlıkları değil, başka bir şey yazmaları gerektiğinin farkına varacaklar o gün.
“Bıçak kemiğe dayandı” ve “Sözün bittiği yer” demek olmadığını anlayacaklar gazetecilik yapmanın.
 
Evlilik programlarında paravan arkasından iletişim kurmaya çalışan çiftler birbirlerine hiçbir soru soramayacaklar.
Bulunması gereken bu kadar acil bir cevap varken hiçbir soru yeterince önemli olmayacak.
Susacaklar.
Paravan açılacak, hem orda hem de kafalarımızda.
Hiçbir film, dizi, ekonomi ve magazin programı, hatta eğlenceli bir reklam bile görmeyeceğiz televizyonlarda.
Evdekilerse zaten bunun farkında olmayacak. Televizyonu dahi açmayacaklar ne de olsa.
Farkına varacaklar ki, aslında en acıklı, en gerçekçi ve en vahşi dizi, zaten yaşadığımız ve lanet olsun ki kanıksadığımız terör cehennemi.
 
Siyasetçiler şehitlerin üzerinden siyaset yapmayacak, tabutlara sarılan bayrakların aslında göklere ait olduğunu hatırlayacaklar.
Belki onlar da sessiz sedasız mecliste oturup, kulaklarındaki uğultuyla birbirlerine bakacaklar.
Konuşmadan, bağrışmadan anlaşmayı deneyecekler ilk defa.
 
Sonra hepimiz teker teker kafalarımızı kaldıracağız ve kendimize soracağız;
Acaba bu Araf hayatından kurtulmamız için benim üzerime düşen, yapmam gereken nedir diye:
Güle oynaya askere yolladığımız her evladımızı yine güle oynaya karşılamak için.
Terörün, siyasete karıştırılamayacak kadar ciddi bir şey olduğunu, her koşulda karşısında omuz omuza ve dimdik durmamız gerektiğini unutmamak için.
Bu beladan kurtulmadan huzur ve refaha hiçbir zaman kavuşamayacağımızı idrak etmek için.
Teröre karşı hiçbir ülkeden destek almadığımızı, alamadığımızı kabullenip, kendi bacağımızdan asılarak bu işi nasıl çözebileceğimizi bulmak için.
Operasyonların dağlarda değil, kafalarda ve vicdanlarda yapılması gerektiğini anlamak için.
Bir hafta bile aklımızda tutmadığımız o şehit isimlerinin, aslında kayıp giden birer hayat olduğunu unutmamak için.
Birine adi, şerefsiz, haysiyetsiz demenin değil de, terörist demenin en büyük hakaret sayılacağı günlerin gelmesi için.
Hımbıl hımbıl oturup televizyon izleyerek, topu orduya ve siyasetçilere atarak terörden kurtulamayacağımızı anlamak için.
 
Bir gün gelecek, hayat duracak ve hepimiz olduğumuz yerde kalakalacağız.
Kulaklarımız uğuldayacak, derin derin düşünecek ve ağlayacağız.
Sonra kendi kendimize soracağız; ben ne yapabilirim?
Bu gün, şu saat, şu dakikadan sonra, bir tek can dahi kaybetmemek için herkesten önce ben, bizzat ne yapabilirim?
 
İşte biz ancak ve ilk defa o gün, terörle savaşmaya başlayacağız.
 
Emrah AKTAN

No comments: